Hepimizin vardır bazı can kırıklıkları; unutmayı, vazgeçmeyi beceremediği yaşanmışlıkları. Kimileri zaman zaman düşer akla ki, oldukça normal bir insan tavrıdır bu: geçmişin idrakini yapmak arada. Yaşadığı öyküsünü okumak.
Ama kimileri vardır ki, hesap defterini kapattırmazlar. Ne kadar zaman geçmiş olursa olsun üstünden, tesirleri bizde öyle güçlüdür ki, bir yarıyılın kapanmasına, bir mevsimin bitip ötekisinin başlamasına izin etmezler.
Bu bir aşk ilişkisi olabilir, iş yaşamında yaşanmış bir yasaklanma, aile içinden gelen bir ok veya cemiyetin ettiği bir zalimlik.
Her halükarda bu acıların ortak özelliği, bizi dönüştürmeleridir. Bazen iyiye bazen makûsa. Bazen ikisine de azıcık. Bizi başka bir insan yaparlar. Fakat başka bir insan olarak, yeni bir yaşama başlamamıza izin etmezler.
Böylece bizi, kil gibi dönen tekerlekte yoğururlar da yoğururlar, ama fırına verilip, yeni bir şey olarak yaşama açılmaya vazgeçmez, geri sürüklerler.
Şahsi gelişimin hemen her bir dalı, buradaki sualin “bağışlayamamak” olduğu mevzusunda hem fikirdir. Zira bağışlamak vazgeçmektir, aklın gerisine yollamaktır. Artık geçmişte yaşanmış o vaka üzerine, zekada veya realitede farklılık yapmayı istememek, istememeye hazır olmak demektir. Başka Bir Deyişle fırına verilmek demektir.
O hesap defteri, ancak bağışlayınca kapanır.
Yine de, artık yolumuza devam etmeyi ne kadar istesek de, bu bir türlü mümkün olmaz. Herkes affetmenin sevmekle bir ilgisi olduğunu söyler de, bizi bu kadar kıran döken bir şeyi veya insanı nasıl sevebileceğimizi söylemez. Herkes geleceğe bak der de, acıdan bu kadar değişmişken rayından çıkarak belirsizleşen geleceğin nasıl görüleceğini söylemez. Herkes yenisini bul der de, bulunanda aynı hikayeyi tekrar etme korkusunun üstesinden nasıl gelineceğini söylemez.
Söylenenler bize yanlış gelmez, sadece beceriksizdir. Bir sıçrıyorlardır da, çark bütün dönmüyor gibidir içimizde.
İşte o dişli bizim içimizde uyur.
O dişli bizim görmek istemediğimiz karanlık yanımızın bir parçasıdır.
Acımıza odaklanmaktan, karşı tarafların hıyanetine odaklanmaktan, kendi karanlığımızı usumuza bile getirmeyiz.
Oysa yanıt oradadır.
Şayet biz, kimseye ve hiçbir şeye karşı, başarı kazanmak istemiyorken, kendi işimize eforumuza bakıyorken, bir başarı sevdalısı gelip, kılıcını böğrümüze sokarsa, sezeceğimiz şey afallamışlık, yeis ve hayal kırıklığı olur. Sonrasında yaramızı sarar, çılgınla çılgın olmamak için uzaklaşırız. İçten içe, bizim bir şey yapmadığımızdan da emin olduğumuz için, öykünün bizde yarattığı tesir de zamanla söner ve hadise unutulur.
Ancak, iki galibiyet sevdalısı savaşçı karşı karşıya geldiğinde, kesinlikle bir yenilen olur ve yenilen illa ki yaşamı süresince bir rövanşın peşinde koşar.
Böylece mevzu kapanmaz, sürer gider. Her zaman zekamızda yer eder. Elbette rövanş aklın da, onu yeneni beğenmesi, kavraması ya da bundan başka bir gelecek düşünmesi muhtemel olamaz.
Hepimizin içinde, böyle galibiyete aç bir savaşçı vardır.
Bir işi istedik, çok çalıştık ama önümüze insanlar mani mi koydular? Bunu bağışlayıp unutamıyorsak, nedeni o işte galibiyetli olmayı bir galibiyet sorunu haline getirmiş olmamızdır.
Aynı şey, kaybedilen bir sevgili, aileyle çatışma, cemiyette benliğini kazanma gibi gidişatlarda da görülür.
Çok hoşlandım deriz, her şeyimi verdim deriz. Oysa beğenen insan karşılık bulamadığında üzülür. Üzüntü dolar içine, ama zamanla bir gün karşılıklı da hoşlanabileceği umudu da yeşerir ve yaşamına devam eder
Ama bir nedenden, hoşlandığını elde etmeyi bir başarı sorunu haline getiren insan, bunu bir kaybetme olarak belleyecektir ve içinde yalnızca üzüntü değil, utanç da olacaktır.
Oysa acı sürükleyen neden utansın? Yanlış onda mıdır?
Bir savaşçı bir köylüyü yaralarsa, köylü kaçar ve yarasını sarmaya bakar. İntikam aramayacağı gibi, köylü de olduğunun şuuruyla mağlubiyetinden utanç dinlemez. Zira savaşçı değildir o.
Fakat bir savaşçı bir savaş kaybederse, bundan utanç dinler.
Demek ki gerçeğinde bağışlamakta elzem olan sevgi, karşı tarafa dinlenecek olan değil, bireyin kendi içindeki galibiyet müptezeli savaşçıya dinleyeceği sevgidir. Onu kabul etmek, onun da acı sürüklediğini öğrenmek ve ona şefkat göstermek
Acıyla benlik değişirken, ne istikamete değişir peki? İşte bütün de bu istikamete. Savaşçı mı olacağız? Hep bir başarı mı arayacağız? Yoksa bir köylü, bir sivil mi olacağız? İçimizdeki savaşçıya mı yol vereceğiz yoksa tarlasında yetişen çiçeklere baktığında huzur bulacak kadar ağırbaşlı sivile mi? Burada tercih budur.
Keza geleceğimiz de yeniden bu kararla şekillenir. Hangi gelecek sualinin yanıtı burada uyur: güreşe doymayan güreşçi olmaya devam mı edeceğiz, yoksa savaşı bir kenara vazgeçip, artık nefsimizin direttiği galibiyetlerle eforumuza mı bakacağız?
Özetle;
Şunu unutmayacağız: iki savaşçı karşı karşıya geldiğinde elbet biri yenilir, bu savaşta ben yenildim. Şayet savaşçı yanımı ‘’TEMEL BEN’’ olarak dışa vuracaksam, bu mağlubiyetin acısını içimde taşıyacağım ve illa bir yerde ben de kazanacağım, ama o zaman benim sürüklediğim bozgun acısı ve utancını da başkası sürükleyecek, bunu göze alıyor muyum?
Şayet almıyorsam, ben başkasına hasar vermek istemiyorsam, savaşçı olmadığımı kabul edeceğim ve kılıcımı toprağa gömeceğim. O zaman şunu kabul edeceğim: evet CANIM YANDI. Bu insan, insanlar, gidişat, bana hasar verdi, beni üzdü ve yaraladı. Ve ben artık onları değil, yaralarımı düşüneceğim, onları saracağım ve onlardan zihnen de fiziksel olarak da uzaklaşacağım.
Ve tarlama döneceğim, canımın yanması veya bir başkasının canını yakmaktansa, ben ekinimi ekeceğim ve üreteceğim.
İşte savaşçı mı üreticimi olduğumuza karar verdiğimizde,
Bu karar güzergahında canımızın yandığını veya başkasının canını yakmayı kabul ettiğimizde,
Yaşananlar artık enerjisini kaybedecek ve düğümler hafifleyecek.
Böylece geleceğimiz açılacak, biz de yolumuza devam edeceğiz.
Ya tarlamıza gideceğiz, ya da başka serüvenler peşinde koşacağız.
Başkasına hasar vermektense kendi hasarınızı onarıp, herkese yetecek kadar çiçek yetiştireceğiniz tarlanıza dönmeniz dileğiyle.